Kızıl İki Yıl: İtalya (1919-1921)
Kızıl İki Yıl: İtalya (1919-1921)
Yazan: Musab Akkuç 27.11.2025
İtalya, 1919 ile 1921 yılları arasında yalnızca ekonomik krizle değil, toplumsal dokunun bütünüyle sarsıldığı bir olaylar silsilesi ile karşı karşıyaydı. Biennio Rosso(kızıl iki yıl) olarak anılan bu dönem, kabaca işçi grevleri ve fabrika işgalleri dizisi olarak okunabilir; ancak daha yakından bakıldığında, savaşın yarattığı yapısal çöküşün ve toplumsal radikalleşmenin ortasında şekillenen özgün bir dönüşüm girişimi olduğu görülür. Birinci Dünya Savaşı sonrasında enflasyonun hızla yükselmesi, üretim kapasitesinin çökmesi ve işsizliğin yaygınlaşması yalnızca ekonomik bir rahatsızlık yaratmadı; aynı zamanda işçi sınıfının gündelik yaşamında politik bilincin hızla kök salmasına imkân tanıdı. Sanayileşmiş kuzey kentlerinde beliren huzursuzluk, giderek büyüyen sınıfsal bir tepkiye evrilmenin eşiğindeydi. 1919 yılında birbirini takip eden grevler, bu toplumsal tepkinin ilk büyük çaplı göstergesiydi. Grevler düşük ücretler ve kötü çalışma koşullarına tepki olarak doğmuş olsa da bununla sınırlı kalmamıştı. İşçiler, üretim süreçlerinin kimin tarafından kontrol edildiği sorusunu gündeme taşımaya başladılar. Bu sorgulama, İtalya’ya özgü bir örgütlenme biçiminin ortaya çıkmasına zemin hazırladı: fabrika konseyleri (consigli di fabbrica). Bu konseyler, grev komitelerinin geçici yapısını aşarak işyerinin yönetiminde söz sahibi olan kalıcı organlara dönüştü. Üretim disiplininden teknik kararlara kadar birçok alanda işçilerin kolektif iradesini temsil eden bu konseyler, işyerini yalnızca ekonomik etkinliğin değil, siyasal pratiklerin de yürütüldüğü bir
mekâna dönüştürdü.
Bu sırada konsey hareketinin teorik zeminini oluşturan Marksist düşünürler arasında önemli tartışmalar süregelmekteydi. Antonio Gramsci, L’Ordine Nuovo çevresinde geliştirdiği analizlerde konseyleri işçi sınıfının kendi devlet biçiminin embriyosu olarak değerlendirdi. Gramsci’ye göre işçiler, üretim sürecindeki teknik uzmanlıklarını siyasal bir kapasiteye dönüştürebilecek konumdadır; bu nedenle konseyler hem örgütlenme hem de bilinç üretme işlevi gören özgün yapılardır. Gramsci’nin çağdaşı Amadeo Bordiga ise daha merkeziyetçi bir devrim anlayışı benimsiyor, konseylerin ancak disiplinli bir parti önderliği altında devrimci bir niteliğe kavuşabileceğini savunuyordu. Bu teorik ayrışma, yalnızca ideolojik bir tartışma değil, dönemin toplumsal hareketinin yönünü ve kaderini belirleyen bir gerilimdi.
1920’deki büyük fabrika işgalleri, konsey hareketinin toplumsal potansiyelinin en görünür hâle geldiği anı temsil etmekteydi. Torino ve Milano’daki işçiler, fabrikaların yönetimini fiilen ele alarak öz-yönetim komiteleri kurmuş, hatta bazı yerlerde kendi üretim planlamalarını dahi yürütmeye başlamıştı. Bu süreç, işçi sınıfının kendi örgütlülüğü içinde yeni bir toplumsal düzeni deneyimlediği kısa ama yoğun bir dönem yaratmıştı. Ancak bu yükseliş, dönemin toplumsal güç dengelerinin sınırlarıyla karşı karşıya geldi. Devlet, “düzenin korunması” gerekçesiyle harekete karşı sertleşti; işverenler devlet ile koordineli bir karşı strateji geliştirdi; kırsal bölgelerde ise siyasal şiddet uygulayan faşist gruplar güç kazanmaya başladı. Böylece konseylerin yarattığı devrimci moment, baskı ve karşı hareketin birleşik etkisi karşısında yetersiz kaldı ve sert bir şekilde kırıldı.
Biennio Rosso’nun en önemli politik sonucu, 1921’de PSI’nin Livorno Kongresi’nde yaşanan kopuş oldu. Gramsci, Bordiga ve komünist fraksiyon, PSI’nin kararsızlığı ve örgütsel dağınıklığı karşısında yeni bir partinin kurulması gerektiği fikrinde birleşerek İtalyan Komünist Partisi’ni (PCI) kurdu. Bu kopuş, yüzeyde sol içi bir örgütsel ayrışma gibi görünse de gerçekte iki yıl boyunca yaşanan toplumsal deneyimin siyasal biçime kavuşmuş hâliydi.
Konsey hareketinin yükselişi ve yenilgisi, PCI’nin örgütsel modelini olduğu kadar stratejik yönelimlerini de belirledi. Bugün Biennio Rosso’ya dönüp bakıldığında, bu dönem yalnızca tarihin başarısız bir devrim girişimi olarak görülemez. Fabrika konseylerinin deneyimi, modern toplumlarda işyerinin nasıl bir siyasal mekâna dönüşebileceğini; işçi sınıfının teknik bilgi birikiminin nasıl politik bir kapasiteye evrileceğini göstermiştir. Aynı zamanda sınıfsal dönüşümlerin, yalnızca ekonomik krizlerle değil, bu krizlere verilen kolektif yanıtlarla şekillendiğini hatırlatır. Bir yüzyıl öncesinin İtalya’sı bize şunu öğretir: Toplumlar, dönüştürücü gücünü sadece kriz anlarından değil, o krizlere verilen örgütlü, yaratıcı ve
kolektif tepkilerden alır.