Irak'ta Baas ve Saddam Hüseyin Dönemi
Irak'ta Baas ve Saddam Hüseyin Dönemi
Yazan: Selçukhan İsmail Özer 24.12.2025
Saddam Hüseyin, modern Irak ve Ortadoğu tarihinin en tartışmalı figürlerindendir. Saddam’ı bu tartışmaların ötesine geçip Irak’ın yüz yıl boyunca aktif şekilde bulunan bütün fay hatlarının tam orta noktasına yerleştiren şey, aslında onun kişiliğinden çok devlet olarak varolma iddiasının kendisiydi. Baas ideolojisi fikri temellerinin Suriye’de atılmış olması ve köklerinin de yine Suriye’de olmasına rağmen Irak’ta daha kapsamlı bir devlet ideolojisi haline evrilmiştir. Saddam’ın iktidarını, Baas’ın kitaplardan çıkıp sahaya indiği bir doktrin uygulaması gibi görmek eksik kalır. Daha çok, birbirine küsmüş toplulukların, tarih boyunca aynı çatı altında durup duramayacağına karar verememiş bir coğrafyada, merkezi bir devleti ayakta tutma çabasının aldığı en sert, en pragmatik, en zaman zaman da trajik biçimdir. Saddam’ın yönetiminde modernleşme hamleleriyle güvenlik aygıtının gölgesi yan yana yürür; biri olmadan diğeri tamamlanmaz, ikisi bir araya geldiğinde ise Irak’ın kaderini belirleyen o derin yapısal çelişkiler çıplak gözle görünür hale gelir. Bu çelişkiler, çoğu zaman eleştirilerin hedefi olsa da Irak’ın nasıl bir devlet olacağına dair bütün arayışların da kalbinde durur.
Saddam’ın sahneye çıktığı yıllar, Irak’ın ayakta durmaya çalıştığı en karmaşık dönemlerdi. 1958’de monarşi devrilmişti ve ülke bir anda darbe planlarının ve hiziplerin birbirine çarptığı bir koridora girmişti. Devletin nasıl bir yapıya sahip olacağı bile belirsizdi. Böyle bir atmosferde Baas, merkezi otorite ve ulusal egemenlik vurgusunu öne çıkararak kendisine bir alan açtı. Saddam’ın gençlik yıllarındaki adımları, bu arayışın sertleşen tarafını şekillendirdi. Saddam’ın hikayesi, Irak’ın kırılgan gövdesini taşımak için güçlü bir omurga arayan devletin, kendi içinden nasıl bir kadro çıkardığını da anlatır. Saddam hem Baas’ın fikri damarına bağlı hem de sahada gücü elinde tutan kişi haline geldikçe, parti ile devlet arasındaki hat da kaybolmaya başladı. Bu kaybolma sadece bir yönetim tarzı degil. Irak’ın o dönemde yaşadığı güvensizliğin ve dağılma korkusunun nasıl somutlaştığını da gözler önüne sermiştir. Burada yükselen sadece bir lider değil, ayakta kalmak için gücünü sertleştiren bir devlet fikriydi.
1970’ler Irak’ta bir dönemin değil bir iddianın başlangıcıydı. Ülke sadece zenginleşmiyordu. Devlet, toplumun damarlarına ilk kez bu kadar derinden nüfuz ediyor ve kendine güvenli yeni bir Irak tasavvuru kuruyordu. Petrol gelirleri Bağdat’ın eline daha önce hiç sahip olmadığı bir güç vermişti. O güçle yollar, barajlar, sanayi bölgeleri, yeni kent dokuları inşa ediyordu. Devletin elinin uzun zamandır ulaşamadığı yerlere okul ve hastane giriyor ve hizmet gidiyordu. Üniversiteler çoğaldı, okuryazarlık kampanyaları köy köy dolaştı. Kadınlar iş hayatında görünür hale geldi. Devlet, sağlık hizmetlerini neredeyse bir sosyal sözleşme gibi bütün topluma yaydı. Irak modernleşmesi sadece rakamlarla sınırlı değildi, sokakta yürüyen insanların hayatında da hissedilen bir dönüşümdü. Bu sürecin merkezinde Saddam vardı. Yalnızca karar alan bir figür olarak değil. Kaynakların nasıl kullanılacağını, devletin hangi alanlara ağırlık vereceğini, yatırım yapacağını ve Baas’ın ideolojik çizgisinin topluma nasıl yansıyacağını belirleyen kişi olarak yükseldi.
Merkezileşen ekonomik yapı elbette eleştirilere yol açtı ama geriye dönüp bakıldığında Irak o yıllarda bölgenin en iddialı kalkınma programlarından birini yürütüyordu. Bu programı da bir kalkınma planı olmaktan öte, Irak’ın kendi ayakları üzerinde durduğu bir bağımsızlık şiarına dönüştürüyordu. Saddam’ın anti emperyal vurgusu da bunun parçasıydı. Dış müdahaleye kapanmış, kendi kaynaklarını kendi geliştiren, komşularıyla rekabet ederken dahi kendi rotasını çizebilen bir Irak fikri ona göre ülkenin yegane güvenlik garantisiydi. O dönem atılan her altyapı adımı, her modernleşme projesi, Bağdat’ın sadece şehir planlaması yapmadığını aynı zamanda ulusal bir özgüven inşa ettiğini gösterir. Bu yüzden 1970’ler Irak’ta beton ve asfaltın degil devlet aklının yeniden biçimlendiği bir eşiktir.
İran-Irak Savaşı, Saddam’ın yönetimini biçimlendiren geçici bir kriz değil, devlet aklının sertleştiği ve sınandığı tarihsel bir eşikti. 1979 Devrimi sonrasında İran’da ortaya çıkan yeni rejim, Irak açısından yalnızca sınırların ötesinde yükselen bir ideoloji değildi. Bu dalga, Irak’ın kendi içindeki fay hatlarına dokunabilecek, etnik ve mezhepsel dengeleri harekete geçirebilecek bir tehdit olarak algılandı. Bağdat için mesele yalnızca Tahran’ın niyetleri değildi. Mesele, bu niyetlerin Irak toplumunun kırılgan alanlarında nasıl yankı uyandıracağıydı.
Sekiz yıl süren savaş, Irak’ın ekonomik ve sosyal yapısını derinden sarstı. Petrol gelirleri giderek askeri harcamalara aktı. Günlük hayat sertleşti. Kaynaklar daraldı. Kayıplar arttı. Ancak Saddam’ın perspektifinden bakıldığında bu savaş, bir macera ya da genişleme arayışı değil, devletin çözülmesini önlemeye yönelik varoluşsal bir mücadeleydi. Çok çeşitli bir toplumsal yapıya sahip Irak’ta, dış müdahalenin iç ayrışmaları hızla derinleştirebileceği düşüncesi onun zihninde sürekli canlıydı. Bu nedenle merkezi otoriteyi sıkılaştırma refleksi, sadece kişisel iktidar hırsının ürünü olarak değil, devletin dağılmasını önleme çabası olarak da okunabilir.
Savaşın yarattığı baskı, Saddam’ın yönetim tarzını daha katı ve daha kuşatıcı hale getirdi. Güvenlik aygıtı genişledi. Sadakat kavramı, siyasi bir tercih olmaktan çıkıp devletin devamı için zorunlu bir ilkeye dönüştü. Bu sertliğin bedeli ağırdı ve toplum üzerinde ciddi bir yük oluşturdu. Buna rağmen Saddam kendisini, Irak’ı ayakta tutan son unsur olarak görüyordu. Ona göre geri çekilmek, sadece bir askeri yenilgi değil, ülkenin içten çözülmesi anlamına gelecekti.
Bu yüzden İran Irak Savaşı, Saddam dönemini anlamak için kilit bir mercek sunar. Bu dönem, kararların daha keskin, reflekslerin daha sert ve devletin daha merkezi hale geldiği bir süreci doğurdu. Sertliğin ardında korku vardı. Korkunun ardında ise parçalanma ihtimali. Saddam’ın yönetimi bu savaşla birlikte, gücü korumayı devletin varlığıyla neredeyse eşitleyen bir çizgiye oturdu. Bu çizgi, onu hem içeride daha baskıcı hem de dışarıda daha temkinli ama dirençli bir aktör haline getirdi.
Irak’ta azınlık sorunu, modern devletin kuruluşundan itibaren yönetilmesi en zor başlıklardan biri oldu. Ülke, etnik ve mezhepsel çeşitliliğin yüksek olduğu, sınırları dış müdahalelerle şekillenmiş bir siyasal yapı üzerine inşa edilmiştir. Bu nedenle Bağdat açısından mesele, herhangi bir topluluğun kimliği değil, bu toplulukların devlet çatısı altında nasıl bulunacağıydı. Saddam döneminde Kürt nüfusla ilgili politikalar da bu bağlamda, bir etnik tartışmadan çok, azınlık yönetimi ve egemenlik meselesi olarak ele alındı.
1970 Otonomi Anlaşması bu yaklaşımın en somut ve en ileri örneğiydi. Irak devleti ilk kez Kürt nüfusa kültürel haklar tanıyan, yerel idari alanlarda yetki devrini kabul eden ve bunu anayasal çerçeveye oturtmayı hedefleyen bir düzenlemeye imza atmıştı. Anlaşma, dönemin Ortadoğu koşulları düşünüldüğünde dikkat çekici ölçüde ilerici bir adımdı. Bağdat, sorunu bastırarak değil, tanıyarak ve düzenleyerek çözmeyi denemişti. Bu yönüyle otonomi girişimi, Saddam yönetiminin meseleyi sadece güvenlik refleksiyle ele almadığını, siyasal entegrasyon arayışına da açık olduğunu gösteriyordu.
Ancak anlaşmanın uygulama süreci hızla değişen bölgesel dengiler nedeniyle sürdürülemedi. Özellikle dış aktörlerin Kürt gruplarla temas kurması ve bu yapıları Bağdat’a karşı bir baskı unsuru olarak kullanması, otonomi zeminini aşındırdı. Saddam açısından sorun, verilen hakların kendisi değil, bu hakların devletin egemenlik alanını zayıflatabilecek bir kopuşa dönüşme ihtimaliydi. Bu noktadan sonra mesele, bir azınlık düzenlemesi olmaktan çıkarak doğrudan güvenlik başlığına kaydı.
1980’lerde İran Irak Savaşı’nın patlak vermesi bu algıyı daha da sertleştirdi. Savaş koşullarında, sınır bölgelerinde merkezden kopabilecek herhangi bir yapı, Bağdat için cephe gerisinde ikinci bir cephe anlamına geliyordu. İran’ın Kürt gruplarla iletişime geçmesi ve Irak’a karşı kışkırtması da Bağdat’ın politikasını değiştirmesini sağladı. Bu ortamda Saddam, azınlık meselesini artık uzlaşma üzerinden değil, devletin bütünlüğünü koruma refleksi üzerinden ele almaya başladı. İzlenen politikalar giderek sertleşti ve ağır sonuçlar doğurdu.
Buna rağmen 1970 Otonomi Anlaşması, Saddam döneminin genellikle tek boyutlu okunan Kürt politikasına dair önemli bir denge noktası sunar. Bu girişim, Irak devletinin azınlık sorununu çözmek için siyasal ve hukuki yolları denediğini, meselenin baştan itibaren zorunlu olarak çatışmaya mahkumolmadığını gösterir. Anlaşmanın başarısızlığı, yalnızca Bağdat’ın tercihleriyle değil, bölgesel müdahaleler ve savaş koşullarıyla da yakından bağlantılıdır.
Bu çerçevede Saddam’ın Kürt meselesine yaklaşımı, etnik bir düşmanlıktan ziyade, azınlıkların dış müdahaleye açık hale gelmesini engelleme kaygısıyla şekillendi. Merkezi otoritenin korunması onun için bir seçenek değil, Irak devletinin varlık şartıydı. Bu yaklaşımın sonuçları ağır oldu. Ancak 1970 Otonomi Anlaşması gibi girişimler, Saddam döneminin yalnızca sertlikten ibaret olmadığını, belirli bir devlet aklı ve entegrasyon arayışı da taşıdığını açık biçimde ortaya koyar.
Saddam’ın iktidarında çevresindeki kadrolar yalnızca uygulayıcı aktörler değildi. Baas’ın bir hareketten devlete dönüşme biçimini fiilen şekillendiren yapılardı. İzzet İbrahim el-Duri, Taha Yasin Ramazan ve Ali Hasan el-Mecid gibi isimler, Saddam’ın zihnindeki devlet tanımını kurumsal bir düzleme taşıdı. Bu kadrolar ideolojik sadakati, güvenlik refleksiyle birleştiren bir yönetim şekliinşa ettiler. Baas artık yalnızca karar alan bir parti değil, bürokrasiden orduya, istihbarattan yerel yönetime kadar uzanan bir idari omurga haline geldi. Parti ile devlet arasındaki sınırlar bu süreçte bilinçli olarak silikleştirildi. Saddam bu yapının tepesinde, hem ideolojik hattı belirleyen hem de devletin yönünü tayin eden figüre dönüştü.
Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı İzzet İbrahim el-Duri ve Irak Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin (1 Aralık 1999)
Bu iç yapılanma, Irak’ın dış politika tercihlerine de doğrudan yansıdı. Saddam döneminde Irak dış politikası, biçimsel ittifaklardan çok bağımsızlık ilkesine dayandı. Soğuk Savaş’ın iki kutuplu baskısına rağmen Bağdat, ne tamamen Sovyet çizgisine girdi ne de Batı blokuna eklemlendi. Saddam’ın gözünde bu denge, Irak’ın manevra alanını korumasının tek yoluydu. Anti-emperyal söylem bu noktada yalnızca ideolojik bir duruş değil, somut bir güvenlik stratejisiydi. ABD’nin Körfez’de artan askeri ve ekonomik varlığı, Irak tarafından çevrelenme ve kuşatılma hissiyle okundu.
1990’da Kuveyt’in işgali ise farklı ama bağlantılı bir kırılma noktasıydı. Saddam açısından Kuveyt meselesi, yalnızca bir toprak ya da petrol sorunu değildi. İran Irak Savaşı sonrasında Irak büyük bir borç yükü altındaydı. Körfez monarşilerinin bu borçları hafifletmeye yanaşmaması, petrol üretim politikalarıyla Irak ekonomisini sıkıştırması, Bağdat’ta derin bir haksızlık duygusu yarattı. Saddam, Kuveyt’i Irak’ın ekonomik nefes borusunu tıkayan bir yapı olarak görmeye başladı. İşgal kararı bu algının ürünüdür. Ancak Saddam, uluslararası sistemin vereceği tepkiyi ciddi biçimde yanlış hesapladı.
Körfez Savaşı ve ardından gelen ambargo, Irak toplumu için yıkıcı sonuçlar doğurdu. Eğitim sistemi çöktü. Sağlık hizmetleri işlevsizleşti. Temel gıda ve ilaçlara erişim sınırlı hle geldi. Bu dönemde Saddam’ın anti-emperyal söylemi daha da sertleşti çünkü bu söylem artık ideolojik bir pozdan çok, ülkenin yaşadığı gerçek kuşatılmışlığın ifadesiydi. Saddam kendisini, ambargo altında ezilen bir toplumla aynı kaderin içinde görmeye başladı. Bu psikoloji, onu geri adım atmaktan daha da uzaklaştırdı.
Saddam’ın yönetim tarzındaki sertlik, muhalefetin bastırılması ve siyasal alanın daraltılması eleştirilmeye açıktır. Ancak bu uygulamaları Irak’ın tarihsel ve bölgesel bağlamından kopararak okumak eksik kalır. Mezhepsel fay hatları, etnik çeşitlilik, yapay sınırlar ve sürekli dış müdahale ihtimali, Saddam’ın güvenlik merkezli devlet anlayışını besleyen temel unsurlardı. O, devleti ayakta tutmayı her şeyin önüne koydu. Bu uğurda uyguladığı yöntemler ağır sonuçlar doğurdu. Fakat bu sertliğin arkasında kişisel keyfilikten çok, çözülme korkusu, kuşatılma hissi ve tarih önünde sorumluluk taşıdığına dair güçlü bir inanç vardı.
90’ların sonunda Saddam dış dünyayla temasını büyük ölçüde kaybetti. Eski müttefikler sessizleşmişti. Arap dünyası bölünmüş, Sovyetler Birliği dağılmış, uluslararası sistem tek merkezli hale gelmişti. Saddam, giderek daralan bir çemberin içinde, Irak’ı ayakta tutmaya çalışan yalnız bir lider konumuna sürüklendi. Bu yalnızlık, Saddam’ın anti emperyalist çizgisini daha da keskinleştirdi. ABD’nin Körfez’deki varlığı, Irak üzerinde kurulan uçuşa yasak bölgeler ve süregelen yaptırımlar, Bağdat’ta artık bir baskı değil, doğrudan bir kuşatma olarak algılanıyordu. Saddam için mesele iktidarını korumak değildi. Mesele, Irak devletinin teslim olup olmayacağıydı. Bu nedenle geri adım atmayı reddetti. Taviz, onun gözünde Irak’ın egemenliğini fiilen kabul etmek anlamına geliyordu.
2003’e gelindiğinde bu gerilim açık bir müdahaleye dönüştü. ABD öncülüğündeki İkinci Körfez Savaşı, kitle imha silahları iddiasıyla başlatıldı. Saddam bu iddialar karşısında yalnızdı. Ne güçlü bir diplomatik destek vardı ne de caydırıcı bir askeri denge. Irak ordusu kısa sürede çözüldü. Bağdat düştü. Saddam, devletin yıkılışını saklanarak izlemek zorunda kaldı. Bu dönem onun siyasi hayatının en ağır yalnızlığıydı. Bir zamanlar kararlarıyla bölgeyi etkileyen lider, artık devletsiz bırakılmış bir figüre dönüşmüştü.
Yakalanması ve yargılanması bu yalnızlığın devamıydı. Saddam’ın mahkeme süreci, evrensel bir adalet duygusundan çok galiplerin yargısını andırıyordu. Yargılama boyunca kendisini Irak’ın meşru lideri olarak tanımlamayı sürdürdü. Söylemi değişmedi. Anti emperyalist çizgisinden geri adım atmadı. İdam sehpasına giderken bile, kişisel bir savunmadan çok, işgal edilmiş bir ülkenin lideri gibi konuştu ve ülkesini savundu.
Kurban Bayramı’nın ilk günü olan 30 Aralık 2006’daki idamı, Saddam’ın hayatının sonu olduğu kadar, Irak’ın devlet olarak yaşadığı kırılmanın da sembolüydü. Saddam yalnız öldü. Ancak onun yalnızlığı, Irak’ın işgal sonrası içine sürüklendiği parçalanmışlıkla birlikte düşünüldüğünde, bireysel bir son olmaktan çıktı. Anti emperyalist bir çizgide direnerek geçen yıllar, sonunda onu uluslararası sistemin dışında bıraktı. Saddam’ın hikayesi bu nedenle yalnızca bir liderin düşüşü değil, Ortadoğu’da teslim olmayan boyun eğmeyen bir devletfikrinin adım adım yalnızlaştırılmasının ve sonunda zorla tasfiye edilmesinin hikayesidir. Bu süreçte hedef alınan yalnızca Saddam’ın iktidarı değil, Irak’ın kendi kaynaklarıyla ayakta durma iddiası, bağımsız karar alma iradesi ve dış baskılara karşı direnme kapasitesiydi. Saddam’ın devrilmesiyle birlikte çöken şey, bir kişi etrafında kurulu bir rejimden çok, bölgesel düzende uyum göstermeyi reddeden bir devlet anlayışı oldu. Irak’ın sonrasında sürüklendiği parçalanmışlık ve istikrarsızlık, bu direncin bedelinin yalnızca Saddam’a değil, bütün bir ülkeye ödetildiğini gösterdi.